BİR ŞEHRE AŞIK OLMAK: PARİS!

“Sen hem ‘gezginim’ de! Hem ‘4 kıta gördüm’ diye kasım kasım kasıl! Üstüne bir de blog yazıp okumamızı bekle! Sonra da en büyük klişeyle karşımıza çık! Yahu kör sultan bile gördü, sağır sultan bile duydu: Paris mi yazılır artık!” diyenleriniz olacaktır. Belki de kendilerince haklıdırlar da… Bu yazıyı okuyanların çoğunun kendine göre bir Paris algısı, fikri, deneyimi de vardır elbet.

Biz gezginlerin de bir “turistik rota alerjisi”, “bilinmedik yol” saplantısı olduğu doğrudur. Ama lütfen Paris’e klişe deyip kalbimi kırmayın, aramız daha en baştan bozulmasın. (Hem Audrey Hepburn’ün bile Sabrina’da dediği gibi “Paris her zaman iyi fikirdir!)

Biliyorum, “Ben Nasıl Gezgin Oldum” yazımın sonunda, sizi Amsterdam’da şehir merkezine kadar getirip, garın kapısında bırakmış, o seyahatte yaşadıklarımı da sonraki yazılarda anlatacağım diye size söz vermiştim. Ve inanın o sebeple ilk “destinasyon yazı”mda da tam oradan devam edip Amsterdam’ı anlatayım dedim ama olmadı! Elim gitmedi! En büyük aşkıma ihanet edemedim… Ve bir de baktım ki bu başlığı atmışım bile: “Bir Şehre Aşık Olmak: Paris”!

“Bir şehre aşık olunur mu” derseniz…… “hem de nasıl olunur” derim. Benim aşık olduğum ülke, hatta kıta bile var 🙂 Onlara da sıra gelecek elbet…

Hem, mesela siz, aşık olduğunuzu nasıl anlarsınız? Sayalım mı bir ilk aklımıza gelenleri:

  • Onu görünce dizlerinizin bağı çözülüp, tüm bedeninizi tarifi zor bir hayranlık, heyecan, nefes kesilmesi kaplıyorsa…
  • Onu gerçekten değil, TV’de hatta fotoğrafta bile görünce içiniz mutlulukla dolup gözlerinizi ondan alamıyorsanız…
  • Sadece onu düşünmek bile sizi heyecanlandırmak için yeterliyse
  • Onu görmek, onunla olmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, hatta fırsat yaratıyorsanız
  • Onu görmekten bıkmanız ihtimal dışıysa
  • Onunlayken ayaklarınız yerden kesilip, ağzınız kulaklarınızdan geri gelmiyorsa
  • Sürekli ondan bahsetmek istiyorsanız
  • Adını duymak bile kalp atışlarınızı hızlandırıyorsa…. bunun adı aşk değildir de nedir o zaman?..

İşte Paris benim için yukarıdaki maddelerin tümünü doğruluyor! Anlatılması güç bir bağ, bir çekim, bir duygu var aramızda…

Hem de sanki kendimi bildim bileli… Yani “ilk görüşte aşk”tan bile önceye dayanıyor benim Paris sevdam…

Sanırım 8 yıl bir Fransız okulunda okumuş olmanın, böylece Esmeralda’nın önünde dans ettiği Notre Dame Katedralini, Jean Valjean  ve Cosette’in yürüyüş yaptıkları Luxembourg Bahçelerini ve daha bir çoğunu yıllarca hayal etmiş olmanın da etkisi var bunda…

Yani ben daha ilk görüşten çok önce bile aşıktım ona!

Ama ilk gördüğüm an… Amsterdam’dan trenle gelip, yine bir gardan, bu kez Paris’teki Gare Du Nord’un kapısından çıkıp da etrafıma bakıp, “Sonunda! Sonunda Paris’teyim! Sonunda buluştuk!” dediğim o an!..  Ne gördün ki seni o kadar büyüledi diyebilirsiniz. Aslında…   hiç bir şey! O anda gördüğüm özel hiçbir şey değildi nefesimi kesen. Sadece “orada” olma duygusuydu. “Paris”te… Etrafımda Fransızca konuşan insanların koşturması… Binalar… Havanın rengi… kokusu… Paris’i içime çekmek. Ve “buradayım” demek! En “benim” diyen aşktan da daha aşktı bu… O anda artık Paris benim ebedi sevgilim olmuştu bile…

Sonra, bir başka aşk olan Seine Nehrini gördüğüm an… Başka bir yazının konusu olacak maceramızın parçası olan korkunç otelimize eşyalarımızı bırakır bırakmaz koştuğumuz Eiffel! Ardından sevgili Quasimodo’nun evi Notre Dame Katedrali… Şarkılardan ezbere bildiğim Champs Elysées’de yürümek ve elbette tabelası altında fotoğraf çektirmek… Veee, daha sonraki her Paris ziyaretimin vazgeçilmezi olacak ve bunca gezdikten sonra bile hala “tüm dünyada yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri” diye tarif ettiğim Seine nehrinde tekneyle yolculuk… Ardından, ertesi gün Paris’teki asıl aşkımla tanışma: Sacré Cœur ve Place du Tertre başta olmak üzere Montmartre… (Türkiye’de “Ressamlar Tepesi” diye bilinir.)

Tüm bu klişelerini ve daha fazlasını koşa koşa gerçekleştirdiğimiz sadece 2 günümüz vardı üstelik Paris’te, o ilk buluşmada… Ve ben, sihirli bir oyuncak dükkanına düşmüş çocuk gibi kendimden geçmiş, bir hayalimden diğerine koşturuyordum. Dudağımda kâh Edith Piaf’tan “Sous le ciel de Paris” (Paris’in göğünün altında), kâh Enrico Macias’tan “Toi Paris, tu m’as pris dans tes bras” (Paris, sen beni kollarına aldın), tam bir aşk sarhoşuydum. Evet evet, tam olarak uzun yıllardır platonik şekilde sevdalı olduğu gençle sonunda sevgili olmuş aşık kızdım ben… Sırılsıklam aşık! Ve aşk sarhoşu… İşte o 2 gün böyle bir rüya gibi geçti ve Amsterdam’a dönme vakti geldi çattı… Ama bu bir ayrılık değildi artık. Kalbim Paris’te, Paris de kalbimde kalacaktı hep… Ve sonrasında her tekrar gidişim, uzakta yaşayan 2 sevgilinin coşkulu buluşması gibi olacaktı. Sayılı günlerimizi birbirimizle el ele, diz dize, dudak dudağa, dolu dolu geçirdiğimiz… Her seferinde tekrarlanan rutinler yarattığımız… Ve her defasında birbirimizin kulağına aşk sözcükleriyle beraber, “biliyorum, tekrar görüşeceğiz… Umarım yakında yani à bientôt” diye fısıldayarak ayrıldığımız çok özel buluşmalar… Bir sonraki sefere kadar… En özlemle beklenen… Hep Paris olacak…

Evet artık biliyorsunuz, klişe de olsa, Paris’e aşığım ben! Ve size onu her haliyle anlatacağım. İlk gidişimizdeki, yukarıda bir iki kelimeyle geçiştirdiğim korkunç otel maceramızdan tutun da, “En Unutulmaz Seyahat Deneyimlerim” listesinde bahsettiğim Seine nehri üzerinde misafir olduğumuz Eiffel manzaralı tekne eve kadar… Ve sevgilisi olarak, onun bazı sırlarını da sizinle paylaşıp, kendimce tavsiye ve tüyolar vereceğim.

Ama bugünlük bu aşk hikayesini o ünlü şarkıyla bitirelim:

“I love Paris in the spring time
I love Paris in the fall
I love Paris in the winter when it drizzles
I love Paris in the summer when it sizzles

I love Paris every moment
Every moment of the year”

Paris’i her mevsimde, yılın her anında sevenler için…

Paris’e ilk gidişinizde “yapmak zorunda” olduklarınızı ya da bu “en gerekli” Paris etkinlikleri hakkında kişisel önerilerimi ve pratik ipuçlarımı öğrenmek için lütfen “Paris’te herkesin bildiği yerler hakkında, herkesin bilinmediği notlar” yazıma buyurun 🙂

Continue Reading

Haritamın Dili Olsa

Haritam… Ah benim canım haritam… Biricik seyahat arkadaşım, rehberim, yol göstericim haritam. Neler çekti benden neler… Neler gördü, geçirdi! Ne badireler atlattı, ne maceralar yaşadı… Dili olsa da anlatsa size her birini…

20 yıldır 4 kıtadaki seyahatlerimin tümünde her anımın tek ve en yakın şahidi o ne de olsa. Yoldaşım… Sırdaşım… Ah bir de dili olsa…

Haritam, seyahatlerde gerçekten de benim her şeyim. Biliyorum, şimdi navigasyonlar, dijital uygulamalar, akıllı telefonlarımızdaki envai çeşit teknoloji varken, kağıt bir harita size demode gelebilir. Ama benim için o, vazgeçilmez! 20 yıl önce de öyleydi, bugün de öyle. İyisi mi, hikâyeyi en baştan alalım:

Aslında küçücük bir kızken, hatta kendimi bildim bileli yatak odamın duvarında kocaman bir Türkiye haritası, çalışma masamdaysa Dünya Küresi vardı. Bizimkiler, ben kaç yaşındayken onları odama yerleştirip bu virüsü bana enjekte ettiler, bilmiyorum. Babamla oyun diye bu haritalarda ya da başucumdaki atlasta şehir ve ülke bulmaca oynardık. Asıl konumuz olan şehir haritalarıyla aşkımsa, babamın yine küçücükken bana harita okumayı öğretmesiyle başladı sanırım. (Bence zavallı babam, kızının görsel yön bulma duygusunun sıfır olduğunu erken fark etmiş olacak ki, “bu kız ancak haritayla hayatta kalabilir” diye bir öngörüyle bu işi daha geçe bırakmak istememiş 🙂 ) Evet, yanlış okumadınız! Gezginim… 40 ülkede yüzlerce şehri karış karış gezdim ama itiraf ediyorum, görsel hafızayla yön duygum gerçekten de “sıfır”! Yani haritam olmadan ben tam anlamıyla körüm, bir hiçim 🙂 Ama haritamla beni, neresi olduğunu söylemeden, dünyada en olmadık yere bırakın, asla kaybolmam! İşte en başta bu sebepledir ki kendisi benim seyahatlerimdeki vazgeçilmez yoldaşımdır.

Her daim elimdedir bir de, çantaya bile nadiren girer. (Bazen de yine sürekli elimde dolaşan Lonely Planet’in arasındadır.) İşte bu yüzden diyorum ya gerçekten çok çekti benden çoook … Nasıl mı? Mesela… Her şeyden önce, sürekli elimde olunca oldukça kırıştı. Her seferinde farklı yerinden katlanmaktan iz yaptı, sonra da o iz yerlerinden hafifçe yırtıldı! Eh, terledi elimde tabii mevsim yazsa; kışsa ıslandı yağmurda, karda, doluda… Üzerinde rotalar çizildi, notlar alındı. Yabancılar yollar tarif edip, işaretler koydular üstüne. En fenası da, söylemeye utanıyorum ama zavallıcık, her seyahatte birkaç kere olmadık yerlerde unutuldu, kısa bir süreliğine de olsa kayboldu!

Eh tabii sürekli elimde olunca… Dükkanların tezgahlarında, cafelerin masalarında ve tabii en çok da……….. tuvaletlerde sifonların üzerinde mesela… Tamam kızmayın bana, “en yakın yoldaşını nerelerde bırakmışsın” diye! Biliyorum: Suçluyum! Ama her seferinde elimdeki boşluğu bir iki dakika içinde fark edip koşa koşa geri dönen ve mekandakilere kan ter içinde panikle: “Haritam! Haritamı burada mı unutmuşum?” diye soran da bendim. Bunca yıldır belki bir, belki de 2 fire dışında her seferinde de buldum kendisini ve duygusal bir kavuşma yaşadık o anlarda: “Ah canım haritam, ben de seni kaybettiğimi sanmıştım” sözleri eşliğinde… Bu sözlerim samimidir bu arada, çünkü eğer gerçekten kaybolursa, asla o saatten sonra alınacak yeni bir harita onun yerini tutamaz! Dedim ya, onda yollar çizilidir, notlar alınmıştır, işaretler konmuştur. Henüz gidilmeyen yerler bir yana, asıl gidilmişlerin kaydıdır bunlar. Üstelik, anlattığım gibi ıslanmış, katlanmış, eskimiştir o. Seyahat, o ana dek onda silinmez izler bırakmıştır. Tıpkı bende bıraktığı gibi… Hani her seyahat bizi özel bir şekilde dönüştürür ve asla eskisi gibi olamayız ya sonrasında. İşte aynısı o seyahatin haritası için de geçerlidir. O yüzden üzerindeki her iz kıymetlidir ve özeldir. Ve işte bu sebeple, dijital uygulamalar asla haritamın yerini tutamaz benim için. Çünkü onların üzerinde anı birikmez! Çünkü tam Çin Seddi’ne çıkmadan içtiğin yeşil çay, navigasyona damlayıp iz bırakmaz! Paris’te yol sorduğun yakışıklının el yazısı, dijital uygulamada sonsuza dek kalmaz! Küba’da birden bastıran o sıcak yağmur, telefonundaki harita uygulamasını ıslatıp şeklini bozarak, kuruduktan sonra bile bir parçası olarak kalamaz! Teknoloji güzel evet ama, ben işte bu sebeplerle eski usûl haritam olmadan asla yola çıkamam!

Eve dönünceyse, o seyahatin en değerli anısı olarak, kutsal bir nesne gibi, adeta törenle katlanır ve bazılarının mücevher kutularına elmas gerdanlıklarını yerleştirmeleri misali özenle, çok kıymetli harita kutumdaki diğer emektar arkadaşlarının yanında yerini alır. Artık orada, ben aynı şehre tekrar gidinceye kadar, huzur içinde dinlenip, gülümseyerek anılarını düşünebilir ve tabii diğer şehirlerden arkadaşlarıyla beni çekiştirebilir. Ve eğer bir gün sizlerin anlayabileceği bir dili olsa… Tüm bunları size de anlatabilir… Ama o zamana dek, haritamla maceralarımız bu blogda, benim kalemimden hikayelerde olacak … Bizimle dünyayı gezmeye var mısınız?

Continue Reading